Köylünün beslediği hayvanının başka ahıra girmesiyle çıkan tartışma, şehirlinin trafiğe bağırması farklı ortamların aynı sorunları; etnosentrik problemler.
Kendini bir başkasının yerine koyup kendine bakamama çağın sorunlarından biri. Asla bir başkasının fikirlerini anlayamama, hele duygusundan bir haber olma. Etnosentrizm, bir başka kültüre kendi kültüründen bakmaktır. Batı bunu yıllarca yaptı. Kendi tarafından ‘geri kalmışlar’ olarak bakılan batı-harici ülkeler, bunun vermiş olduğu güçle, yaptıklarını meşru bir tabana oturttular.
İnsanlar, özellikle kesin inançlılar, kendi değerlerinden farklı veya onlara göre sapmış olanlar karşısında sonsuz şaşkınlıkla beraber, kendinden görmeme duygusuyla kişileri dışlarlar. Aslında konuya başlanması gerekilen nokta değişimdir.
Şunu bilmeliyiz ki her an değişimin içindeyiz. İnsanlar ve nesneler karşılıklı olarak değişirken, bunların kendi içinde de değişimi vardır (‘kendinde öz’lüğü barındırması sebebiyle). Bu değişimden kaynaklı sürekli bir anlamlandırma kayması yaşamaktayız. Bunun sebebi ise insan değişimin içindeyken ve değişirken, değişimi anlamamasıdır. Değişimin önemsizliği belki bundan 100-150 yıl önce geçerliydi fakat büyük dönüşümle beraber, değişimin kendisinin de zamansal olarak düştüğünü görüyoruz.
Değişimin sürekliliği ve bizce farkedilememesinden bir sosyal kurumun başka bir sosyal kurumu anlayamaması doğmaktadır. İnsanlar, bu değişimi ve yerleşmiş değerlere olan inancını (değişim aslında her an değerleri de yenilemektedir) diğer insanlar karşısında kullanmakta ve bunun böyle olması gerekliliği zeminiyle beraber ise meşru bir çerçeveye sokmaktadır. Oysa artık bir topluluğun dış topluluğu anlayamamasını değil, toplumların kendi içlerinde de bir anlamsızlığın ortaya çıktığını görüyoruz. Hatta biraz daha kurcalarsak insanın zamanlararası, kendi içinde, kendini tanıma noktasında da anlamlandırma sorunu gelişiyor. Bu gelişme, kişilerin kendilerine varoluşsal yabancılaşmayla beraber, hayatta da etkinliğini kaybetme noktasına doğru ilerleniyor. Hayatta etkinliğini kaybeden bireyinse, bir etkinlik yapıcısı ortaya çıkıyor. (Totaliter Rejim)
Bununla beraber, sürekli anlam sorunu yaşayanların hayata tutunma noktasında, yani hayatını devam ettirmesi gerekliliğinin sonucu olaraktan, insanlar arası ortaya çıkan bir iletişimsel zorunluluk ‘katlanma’dır. Kendi değerleriyle yaşayan toplumun, bir başka değerler karşısında liberal bir tavır sergilemesi için diğer değerlere karşı katlanmak zorundadır. Bu, insan değerlerine düşünce, ‘bir insanın karşı insan olmadan anlayamayacağı’ (onun yerine geçmek olarak) düşüncesiyle bakarsak, hızlı değişimin içinde, insanın da sürekli diğerini anlaması gerekecektir. Bunun devamında ise kişi, kendisine de katlanmak zorunda kalacaktır.
Yaşamak zorunda olduğumuz hayatta birbirimize katlanmak zorundayız.
Şimdi, gelinen nokta, hızlı değişim geçiren hayatta değişen insan, diğer canlı varlıklarla olan iletişiminde, kendi yaşamını hayata tutundurmak için katlanmak zorunda oluşudur. Katlanamayan birey kendine de katlanamaz. Bu varlıksal bir problemdir, yani sonradan doğan bir problem değil. Bunun çözümü yine ilk anlamda insanın varlıksal olarak katlanmaya alışmış ve unutuyor olmasıdır. Bir diğer varoluşsal olmayan çözümse, çokkültürcü yaklaşım olabilir. Fakat bunlar geçicidir. Asıl problemin çözümü ise çözümsüzlüktür.