Aslında özgürüz. Kuşlardan daha özgürüz hem de. Özgür olmak için uçmak yetmez. Havanın ısındığı yere uçmakla da ömür geçmez. Peki bir ömür nasıl geçer? İnsanlığın sınırları nerede biter? Bir insan nerede kalakalır, “burası beni aşar” der, geri döner?
Kapılar suratına kapandığında elbet. Arkasını döndüğünde onu bekleyen kimse olmadığında. “Hadi kalk, kaldığın yerden devam et” diyecek kimsesi olmadığında. İnsan sınırına, umutları bitince takılır. Umutları belirleyen, veren, kıran da yine insan değil midir? Bazen kendi kendine, bazen başka bir erkeğe, bir kadına verir bu hakkı. Bazen babasına, annesine, ablasına veya abisine verir. Desteklendiğinde umudu yeşerir, ancak aynı kişi tarafından yerildiğinde, umutları da onunla beraber çuvala girer, kendi kendini savurur bir çöplüğe. Bir daha yeşermesi çok zordur. Yeşertilmesi de. Hatta yeşertilme hakkının verilmesi bile. Kaçar çorap gibi umutlar, köreliverir. Körelen bir şeyi atıp yenisini alabilirken, bu “şey” umut olduğunda işler aynı ilerlemez. İnsan aynı insandır çünkü. Hayat aynı hayat. O zaman biz özgürlük ve umudu bağdaştırabiliriz. Umudu olmayan insan özgür olamaz. Özgür olmayan insansa umutlu.
Yani diyeceğim o ki; biz aslında baya özgürüz. Ama ikinci ve üçüncü şahıslar olmadan. Çünkü kuşu kafese koyan da insan, onu kafesten çıkaran da.