Kendimizle baş başa kaldığımız veya kalabalık içinde yalnızlaştığımız anlarda aklımızı meşgul eden düşünceler nereye ait? Olduğumuz yerden bağımsız kafamızın içinde nerelerde, kimlerle dolaşıyoruz? Hangi sokakta adımlıyoruz? Hangi mevsimin güneşi doğuyor üzerimize? Elimizden tutan ya da adımlarınızı eşlemek için çaba gösterdiğiniz kişi kim? Çok fazla mı sorulara boğdum sizi(?), aynı sorulara maruz kaldığım için olsa gerek… Affınıza sığınıyor ve beraber yanıtlar arayalım istiyorum.
Kafamızı meşgul eden düşünceleri incelemeye kalktığımızda yarısından fazlasının, hatta neredeyse tamamının şimdiye ait olmadığını düşündüğümü söylesem çok mu iddialı olur! Anı yaşayalım naraları atarken anda kalabilmek ne kadar kolay? İnsan zihni tamamlayamadığı bütün hikâyeleri tamamlamak ister, tamamlayamadığında da rahatsız hissedermiş. Bu bilgi ışığında düşüncelerimizi aydınlığa çıkarmak gerekirse bütün yarıda kalmışlıklarımızın veya yarım bırakılmışlıklarımızın geçmiş ve gelecek zamana ait olduğunu düşünmek ne kadar yanlış?
Hayatımızın sürekli geçmişte tamamlayamadığımız ilişkiler, olaylar veya işler için pişmanlık duyarak ve gelecekte de hayal ettiğimiz şeylerin aynı geçmişte olduğu gibi yarım kalma ihtimalinden kaygılanarak geçtiğini düşünüyorum. Birini kaybettiğimizde yasını tuttuğumuz şey nedir sizce? O insanla yaşadıklarımız mıdır bizi kahreden yoksa yaşayamadığımız anlar mı? Bazen geç kalınmış bir seni seviyorum değil midir bizi umutsuzluğa sürükleyen? Bir insanla yaşayabileceğin her şeyi yaşadığını düşündüğünde onu kaybetmekle her şeyin yeni başladığını düşündüğün bir anda kaybetmek bir olamaz bence… Her şeyin bittiğine inandığın bir insanla yolların ayrıldığında onu buruk bir tebessümle anabilir insan ama ya tamamlanamadığımız insanlar? Onlar yarım bırakır bizi. Bizi ne kadar yarım bırakanlar varsa bir yara da bırakırlar ardında. Orada yaşarlar, yanımızda değil yaramızda kalırlar artık. Yarım kalan yara kabukta bağlayamaz. Bitmemiştir çünkü. Bitirememişizdir… Bu yüzden gecenin bir yarısı eski sevgilimize mesaj atarız. Çünkü en çok gece kendimizle baş başa kalır ve o geçmişte tanıştığımız, bir şeyler yaşadığımız insana değil de gelecekte bir şeyler yaşama hayalleri kurduğumuz insana özlem duyarız. Bazen bizi yarım bırakan bir film karakteri de olabilir, zihnimizde daha birçok şekilde onu hayal ederken bir anda bizi terk edebilir mesela… Bazen de bir kitap karakteridir bizi bittiğine inandırmayan. Ya da bazen sadece bir eşyadır yanımızda değil de yaramızda kalmayı tercih eden…
İnsan zihni neye inanırsa onu yaşamak ister. Onu yaşayamadan ölecek olma korkusu siner bağrına. Ya onu yaşayana ya da ölene kadar bırakmaz peşini. Buradan baktığımızda meseleye bizi tamamlama ihtiyacına sürükleyen yegâne şey aslında hepimizin içinde var olan ölüm korkusu olabilir mi? Bizim de bir gün bir kitabın, cümlenin yarım kalabileceği gibi yarım kalacağımız ihtimali ve birilerini yarım ve yaralı bırakacağımız gerçeği…
Madem bu kadar korkutuyor bizi yaşayamadıklarımız, önceliğimiz yaşadıklarımıza ve yaşayabileceklerimize sahip çıkmak olmamalı mı? Anı yaşayalım diye çoğunlukla lafta kalan bir şeyden bahsetmek değil niyetim ama en azından ana sahip çıkalım diyorum. Yara aldığımız yerleri sarmakla başlayalım önce. Söyleyemediğimiz ne kadar söz varsa söyleyelim! Geç mi kaldık, bir daha geç kalmamak için daha hızlı yaşayalım, daha erken söylemeyi hayatımızın dersi varsayalım. Yani diyorum ki; her şeyden önce hepimiz yarım kalabileceğimizi, yaralanabileceğimizi kabul edelim ve o yaralara merhem olmayı öğrenelim!
Tuğba Şahin