Bir günün daha sonuna gelmişti. Odasına çekilmiş, yatağa girmeye hazırlanıyordu. Etrafına bakındı. Kapkaranlık odada aradığını bulmak umuduyla gözlerini kıstı. Nafileydi tabii, elleriyle etrafı yoklayarak yatağını buldu. Ayağını da bazaya çarpmayı ihmal etmedi. Bazı şeyler hiç değişmezdi. Acıyla yatağa bıraktı kendini. Çok da umursamadı açıkçası. Çünkü içten içe biliyordu ki asıl acı gözlerini kapattığında başlayacaktı. Her olgunun tohumlarının çıktığı yerde, zihninde…
Yorganı göğsüne kadar çekti. Ayağının ucunda kedisini hissedene kadar bekledi ve ordaydı. Artık hazırdı. Derin bir nefes aldı. Göz kapakları yavaş yavaş kapanmaya başladı. Uyku çok güçlüydü. O ise çok savunmasız. Korkuyordu içten içe ama artık kaçışı yoktu. Teslim bir şekilde yenildi. Kalbi yavaşladı, bedeni gevşedi ve zihni çalışmaya başladı.
“Aras… Aras… Aras…” diye adı haykırılıyordu. Döndü: Efendim. “Neredeydin bu kadar zamandır, çok merak ettik. Arkandan kaç kere seslendik, duymadın; koştuk, kaçtın; aradık, telefonu açmadın; bizi terk ettin.” Bu iftiralar da neydi böyle ve bunları söyleyen kişi kimdi? Bunları düşünürken karşısındakine cevap vermek zorundaymış gibi hissediyordu. Hem tüm bundan da öte Aras da kimdi? Onun adı Aras bile değildi. Tüm bunları idrak etmeye çalışırken bir anda dudaklarından şu kelimeler döküldü: Gitmedim ben, siz gittiniz. Arkamdan koştunuz sandınız ama koştuğunuz tek olgu yalanlarınızdı, bana attığınız yalanlardı. Bu yüzden kaçtım sizden. Ben kaçtıkça siz terk ettiğimi düşündünüz ama beni terk eden sizdiniz. En savunmasız olduğum yerde elimi tutacağınıza elime vurdunuz siz, güldünüz, eğlendiniz, dalga geçtiniz ama merak etmeyin, bir şey olmadı bana. Herkes gibi iyileştim. En azından öyle sandım. Sizi görmezsem yaralarımı kapatırım sandım. Belki başkaları sarar sandım. Yanılmışım, zor yoldan öğrendim. Yine de iyileştim. Karşıma çıkan herkese bu sefer başka* demişim, fark edemedim ama sağ olsunlar fark ettirdiler. Çok inanmışım insanlara, kolay güvenmişim. Öyle dediler ve işin kötüsü haklılardı. Haklı olmaları daha da yaktı canımı ama bir şey değişmedi. Yine bendim çünkü o kişi ve değişebilecek gibi de değildim. Ben de tek bildiğimi yaptım yine. Salak gibi inandım insanlara. Bu sefer olur gibi oldu ama sonuç yine aynıydı. Sizin yaptıklarınız yüzünden güvenemez olmuştum kendime, bunun da etkisi vardı tabii. Kin tutmadım ama hiç. Sizin beni bu kadar etkilemenize izin verdiğim için kendime kızdım hep. Suç bendeydi çünkü, siz sadece sizdiniz. Bunu görmek yerine çok farklı anlamlar yükledim size. Ne kadar da aptaldım. Bakma, hala öyleyim. Sadece artık sizin ne mal olduğunuzu bildiğim için daha farkındalıklı aptalım, daha doğrusu nitelikli aptal…” Bu cümlelerden sonra ilginç bir rahatlık hissetti. Karşısındaki boş boş gözlerine bakıyordu. Sinirlendi. Son kez kafasını kaldırıp şuh bir bakış atarak şunları söyledi:”S.ktir olup gidin artık.” Çok şaşırıyordu söylediklerine. Çünkü çok çok az küfür ederdi normalde. Ama şu sıralar ağzında yuvaydı küfür. Eh, şu an bunu düşünmek istemiyordu. Son ettiği laftan sonra konuşmaya yüzlerinin olmadığını düşünerekten onların gitmesini bekledi. Hareketlendiklerinde o da arkasını dönüp keyifle uzaklaştı olduğu yerden. Arkasına bakmaya tenezzül bile etmedi. Nihayetinde “s.ktir”i çekmişti. Şimdi düşünme sırası onlardaydı ona göre. Ama o şunu bilmiyordu ki onlar onu bu söylediklerini düşünecek kadar bile umursamıyorlardı. O, onlara göre bir hiçti ama asla bunun farkında değildi. Masumdu, ama nitelikli aptal olanından…
Önünde bir kapı duruyordu. İçinden bir ses ona o kapıyı açmasını söylüyordu. Eh, başka şansının olmadığının da farkındaydı. Arkasını dönemezdi, orada Aras’ı bırakmıştı. Şimdi kim olduğunu bilmiyordu. Belki de bunu öğrenmek için o kapıyı açması gerekiyordu. Bu düşüncelerle kapıya iyice yaklaştı. Eski bir kapıydı. Üzerinde ahşap oymalar vardı. Alt köşelerinden üste doğru simetrik bir yapısı vardı. Ara ara üçgen detaylarıyla onun çok hoşuna giden sade bir yapısı vardı. Tokmağı tutmadan önce attığı bu ince bakış içini çok hoş yapmıştı. Bu hisse tutunmak istedi ve kapıyı açtı. Attığı ilk adımla beraber hafif bir korku hissetti. Ama şunu çok iyi biliyordu: Korkuların üstüne gitmeden korkusunu yenemezdi ve o bir duyguyu daha içinde taşımaya hiç mi hiç niyetli değildi, girdi.
Kendini bir anda yürürken buldu. Yanında daha önce hiç görmediği insanlar vardı. Kim olduklarını bilmemesine rağmen aşırı derecede güven duyuyordu bu insanlara. İçlerinden biri de hararetli hararetli bir şeyler anlatıyordu. Bir ara durup “Değil mi Sara?” diye sordu. Dalgın dalgın yürürken bir anda bu ismi duyması onu ürpertti. Diğerleri durmuş, ona bakıyordu. Soruyu soran çocuk tekrarladı:”Sara?” hemen “Evet, evet” diye cevap verdi. İçten içe de Sara’nın kim olduğunu düşünüyordu. Sonra kendi kendine bunu anlayamayacağına karar verip konuşanı dinlemeye başladı:” Yapamıyorum abi. Çok zor her şey. Tamam, bir tek bana böyle değil bu. Ama buna böyle bakmak çok aciz değil mi? Herkes benim hissettiklerimi hissetmiyor. Tabii böyle söyleyince de insanlar şunu diyor, onlar da aynılarını yaşıyor. Onlar istiyor ki ben zayıfım, eziğim, aptalım diyelim. Bizim kendimizi ezmemizden zevk alıyorlar. İstiyorlar ki sürünelim. Çünkü onlar daha iyi durumda ya, egolarını tatmin ediyorlar. Ah, ne kadar da ahmakça. Daha kötüsü ne biliyor musun, buna karşı koyamamak. O yalnızlık, yapamayış hissi varya tüketiyor seni; hiçbir şey yapamıyorsun. Öfkeleniyor, onlara patlamak istiyorsun ama takatim yok diyorsun kendine. Söyledikleri her bir kötü lafları tek tek ağızlarına tıkmak istiyorsun ama yapamıyorsun. İçin içini yiyor, susuyorsun. Yorgunsun çünkü. Bakma bana öyle abi, sen de onlar gibi bakma. Laf olsun diye anlatmıyorum bunları. Ya bakın, sizden önce de birkaç kişiyi denedim. Sadece biri bana nasıl olduğumu sordu. Sadece biri ya. O kadar önemsiz ki bunlar onlara göre. Benciller çünkü. Siz öyle olmayın lütfen, anlamaya çalışın. Sadece çabalayın ya, vallaha başka bir şey istemiyorum. Görün beni, izlemeyin. Çok şey aramıyorum sizde. Ne bileyim, belki sarılırsınız belki de elinizi omzuma koyup her şey çok güzel olacak dersiniz, yeter. Gerçekten yeter. Sadece o bakışı atmayın bana. Çok sıkıldım ben, gerçekten çok sıkıldım…” Bu cümleler çok tanıdık geliyordu ona. Ama nereden bilmiyordu. Durdu, o da hissediyordu bunları. O durunca diğerleri de durup ona baktı. Bir tek biraz önce konuşan çocuk bakmamıştı. Yanına gitti. Çenesinden tutup usulca yüzünü kaldırdı. Gözlerine bakmasıyla çığlık atması bir oldu. Karşısındaki kişi kendisiydi. Ama nasıl olurdu, bu nasıl mümkün olurdu? Aklı almıyordu. Karşısındaki ona tebessüm etti. Daha fazla tepki verirse diğerlerinin sorularına maruz kalmaktan korktu. Sonuçta o Sara’ydı, sarıldı. Kendisine sarıldı, nasıl mümkün olmuştu bu bilmiyordu ama başardı. Karşısındakinin gözlerinden yaşlar süzülmeye başladı. Gittikçe artıyordu. Arttıkça da daha sıkı sarılıyordu. Artık kalbi buna dayanamazdı. İnanılmaz rahatsız hissetti. Kalbi sıkışıyordu. Zihni orda olmayı reddediyor gibiydi. İçinden çığlıklar atmak istiyordu ama sesinin çıkmayacağını biliyordu. Sadece gözlerini kapadı. Artık yeter…
Uyandı. Yüzündeki ıslaklığı hissetmesi çok uzun sürmedi. Aynaya bakmaya tenezzül bile etmedi, ne olduğunu biliyordu. Hemen saate sarıldı. Daha sabah bile değildi. Yine gece uyanmıştı. Hem de ne uyanma… Yorgundu. Uyuyamayacak kadar yorgun. Olduğu gibi yığıldı yatağa. Derin derin nefes almaya çalıştı. Bu onun kaçışıydı. Kendinden kaçmak isteyecek kadar ne yaşadı bilmiyordu. İstediği tek şey güneşin bir an önce doğmasıydı. Geceler çok acımasız davranıyordu ona. O ise buna karşı koyamayacak kadar zayıftı.
Yenildi.
Uykuya daldı…