COVİD-19 salgını sürecinde evlere, yani dört duvar arasına kapandık.
Yoksa…
Kapatıldık mı demek gerekiyor?
Salgın süreci uzadıkça ve türevleri insanlığı artık bıkkınlık boyutunda etkisi altına aldıkça…
İyileştirici veya koruyucu önlem ve tedbirlere olan bakış açısı da insanları taraflara bölmüş durumda!
Günlerdir, salgının atlatılmasında “etken faktör” olabilecek aşılanma ve “aşı karşıtlığı” üzerinden olan-biteni yorumlamaya çabalıyoruz.
Aşılanma ve aşı karşıtlığı sarkacı üzerinden artık “toplumsal mitler” oluşturuldu…
Toplumun güvenine nail olabilmiş doktorlar ve sağlık bilimi uzmanları, aşının salgının bertaraf edilmesindeki önemini ve işlevini “bilimsel veri ve temeller” ışığında kamuoyuna anlatma derdindeler.
BİLİME ve AKLA güvenmek durumundayız.
Ama öte yandan, yaşlı dünyamızın yıllar boyunca deneyimlediği ekonomik ve siyasal ve hatta ticari kazanımlar ile daha fazlasını hedeflemesi, insanların hepsinin yekpare karakterde yaratılmamış olması, insanların yapıp-ettiklerinde “toplum yararından” ziyade kişisel mutluluklarını gözetmeleri, zaman zaman “insanlık adına” beklentileri sekteye uğratabilmekte.
ŞU BİR GERÇEK:
İnsanlık ve uygarlık; ne kadar eskiye kıyasla daha üst bir düzeyde yaşam formları inşa etmişse de, insanların ve toplumların mutluluğunu hedefleyen veya insanları “anlam ve varlık” boşluğundan kurtaracak ulvi bir ideale erişilemedi.
Demek istiyorum ki…
İNSANLAR…
Yalnızlaşıyor.
Yaşanan salgından ötürü bazı durumlarda, insanların yazgılarıyla baş başa bırakılmaları…
Şunu kabul edelim, insan türü, içinde varolduğumuz doğada sahip olduğu yetkinlikler bağlamında “biriciktir”.
* * *
COVİD-19 virüsünün ve salgın etkileşiminin, yaşamlarımız üzerinde orta vadede veya uzun vadede etkisi olacak…
Bence, bunda kuşku yok.
Virüs sağlık sorunu oluştururken, toplumların devletlerle ve kamu hizmeti aldıkları kanallarla da güven sorunu baş gösterecek.
İNSANLIK TARİHİ, şöyle baktığımızda bizler için pek çok derslerle dolu. İnsanlık/insanlar, hayatta kalma serüvenine ilkçağ dönemlerinde toplayıcılık ve avcılık ile yön vermiş, koşulların elverdiği ilkel teknolojik araç-gereçlerin üretimiyle sürekli olarak hem kendi yaşam formlarını hem de çevrelerini “değişime ve dönüşüme” tâbi tutmuşlardır.
Buradan hareketle söylenmek istenen, insanların sürekli ve dinamik bir biçimde “devinim hâli” içinde olduklarıdır. Tarım toplumunun feodal ilişki yapısından endüstri toplumlarının ilişki biçimine geçişler, sürekli bir çaba ve emek sonucunda zuhur etmiştir.
İnsanlar, yaşam serüvenlerinin ilk kilometre taşlarından itibaren, kendilerini anlamlandırma çabası içinde olmuş, yaşam denen esrarengiz yolculuğun gizini çözmek adına, kâh bireysel çalışmalar kâh kolektif çalışmalar yapmışlardır.
İnsanları ilk dönemlerde bir arada tutan, yine birbirlerine rapteden bağlar neydi? Şu bir gerçek, içinde bulunduğumuz zaman tüneli, hiçbir vakit bugünkü kadar “bencil ve bireyci” bir dünyaya vesile olmamıştı. Evet, yirmibirinci yüzyıl her şeyin zirve yaptığı bir zaman eşiğine tekabül etti.
Modernleşme ve kentleşme, geleneksel yaşam rutinlerinin geride bırakılması ve bambaşka bir yaşam evrenine geçiş, pekâlâ insanlara ve onların içinden çıktığı ya da varettiği toplumlara çok farklı bir ufuk sunuyordu.
İlkçağ insanlarını bir arada tutan değerler neydi? İnsanlar, en nihayetinde kısıtlı bir çevrede bir arada yaşam sürüyorlardı. Tabii o zamanlarda da insanlar rahatsızlanıyorlardı… Tabii o zamanlarda da insanlar sıkıntılar ve zorluklar tecrübe etmek durumunda kalıyorlardı.
Bazen, yaşamın evrim süreçlerinde eşik noktaları vardır. Tarım toplumları, bilindiği gibi ilkel el aletleriyle gereksinim duydukları kadar üretim gerçekleştirirler ve gereğinden fazlasını yok etmez veya tüketmezlerdi.
Öyleyse…
Bugünkü bencil ve kibir yükü insan profiline nasıl gelindi?
* * *
Geleneksel yaşam değerleriyle modern yaşam değerlerinin insanların hayrına ya da mahvına neden olabilecek yol ayrımı, nerede başlamıştır?
Sanayi toplumlarını, geleneksel toplumlardan farklılaştıran tarafları, hem üretim aracının hem de çalışma biçimlerinin ayrışmasıydı. El tezgâhlarında insan emeğiyle kısıtlı bir pazara gerçekleştirilen üretim, dönemin ideolojik ve düşünce yapısındaki uyanışlarla beraber devasa fabrikalarda “kitle üretimine” yönelik bir dönüşüm yaşamıştır.
Aşırı işbölümünün ve uzmanlaşmanın tavan yaptığı endüstriyel üretim sürecinde, insanlar şu an yaşanacak olan ferdi ve toplumsal marazaların da hem sebebi hem de mağduru olacaklardı.
Pekiî bu kadar satırlardır ne anlatmak istiyorum? Zaman, mekân ve koşullar değiştikçe, insanların yaşamı algılama ve konfor anlayışları da değişmekte. Tarım toplumu diyebileceğimiz geleneksel yaşam yapısında, insanların birbirleri üzerinden çıkarımlar elde etme arayışları yoktu. Çünkü, onları yaşama karşı motive eden faktör, zaten birbirlerinin yanında olmaları ve dahası tehlike ve hastalık zamanlarında birbirlerine omuz vermeleri idi.
Dayanışma vardı. Yardımlaşma vardı. Geleneğimizde ve kültürümüzde yer eden imece usulü işlerin halledilmesi zihniyeti hâkimdi.
Şimdi, şöyle geçmişe sanki bir dağın zirvesinden bakıyormuş gibi olduğumuzda…
Gördüğümüz resim/manzara ne?
Yalnızlaştığımız gibi anbean birbirimizden de uzaklaşıyoruz. Kapitalist ekonomik sistem önceleri denge üzerinden gidiyordu. Soğuk Savaş döneminde kapitalizm liderliğini ve yenilmezliğini ilan etmemişti. Ne zaman ki 1989 yılında “Berlin Duvarı” yıkıldı ve akabinde 1991 yılında SSCB dağıldı ve demir perde ülkeleri “küreselleşme” vasıtasıyla yeryüzüne eklemlendi.
Kapitalizmin yenilmezliği ve tekliği üzerine şiirsel methiyeler düzülmeye başlandı.
İşte o vakit zaten tehlike çanları da çalmaya başladı. Şunu kabul edelim ki, liberalizm ve kapitalist ekonomik sistem, insanı sadece tüketen bir varlık olarak, o da “müşteri” olduğunda dikkate almaktadır. Vahşi kapitalist ekonomik modelde, aynen kadının adının olmadığı gibi, emekçilerin de adı yoktur. Zaten bu ahlâki değerlerin yozlaştığı kapitalist sistemde, emekçi insan âdeta mekanikleşmiş, hisleri ve duyguları alınmış bir robot gibidir.
Neyse çok fazla uzattım. Ama, şu yalnızlaşma üzerine bence, daha ayrıntılı tefekkür etmek gerekiyor.
Belki daha sonra…