Matrix’de Kâhin’in dediği gibi;
“Başlangıcı olan her şeyin bir sonu vardır.” Kötü günlerin biteceğini söyler ve sonunda da biter azimli Neo’nun sayesinde.
Gerçi bu ‘Başlangıç’ ve ‘Son’ ikilisini aynı cümlede birleştirmek için kâhin olmaya gerek yok.
Lakin aynı Kahin, finalde Mimar’a; “Bu barışın ne kadar süreceğini zannediyorsun?”der ve içimize şüphe düşürür. Yani bu bir ‘son’ değil, yeni bir ‘başlangıç’ mıdır? Ve yahut bu yeni barış halinin de bir gün sonu gelecektir teoriye göre?!
Ve fakat bu sorunun cevabını ne Kâhin, ne bu, ne şu, Neo bilememektedir! 😉
Her şeyi çabucacık tüketiyoruz ve bitiriveriyoruz bi çırpıda oturduğumuz yerden?!…
İvan Gonçarov, karakteri Oblomov’a şöyle dedirtir:
* Biliyor musun İlya, sen tıpkı eskiler gibi konuşuyorsun. Eski kitaplarda da böyle yazarlardı. Ama neyse, buna da şükür. Hiç olmazsa kafanı işletiyorsun, uyumuyorsun. Söyle, söyle bakalım; daha neler düşünüyorsun?
~ Daha ne söyleyeyim? Bu insanlara bir bak; aralarında bir tek gürbüz, taze çehre yok.
* İklimden… Bak senin yüzün de iyi değil, oysa hiç evden çıktığın da yok, hep yatıyorsun.
~ Bir tekinde bile sakin, berrak bakışlı göz yok. Herkes birbirine hastalıkların en korkuncu olan can sıkıntısını aşılıyor, herkes dertler içinde bir şeyler arıyor. Bari bir gerçeğe varsalar da, ya kendilerine ya başkalarına yarasa. Nerede bir arkadaşları başarı kazansa, betleri benizleri soluyor. Kimisinin de tek işi her gün mahkemeye gitmek. Dava beş yıldan beri devam ediyor, karşı taraf kaybedecek, o da beş yıllık bir didinmeden sonra hülyasına kavuşacak. Beş yıl bekleme odalarında oturup içini çekmek: İşte size göre hayatın amacı. Kimisi her gün dairede saat beşe kadar oturuyor diye dert yanar, kimisi de böyle bir mutluluğa kavuşmadığı için ahlar, oflar çeker.
* Sen bir feylesofsun İlya. Herkesin bir derdi var, senin yok.
~ Her duydukları şey üzerinde inceden inceye fikir yürütürler ama aslında hiçbir şeyle de candan ilgilendikleri yoktur. Ha böyle gürültü patırtı etmişler, ha uyumuşlar, hepsi bir. Konuştukları şeyler kiralanmış elbiseler gibi, kendi malları değildir. Yapacak işleri olmadığı için güçlerini öteye beriye harcarlar. Her şeye sarılan ilgileri, ruhlarının boşluğunu ve sevgi yoksulluklarını kapayan bir örtüdür. Ama orta halli bir yol seçmek ve orada derin bir iz bırakarak yürümek işlerine gelmez; böylesi can sıkar, göze çarpmaz; çok şey bilmek o zaman işe yaramaz, gösterişe yer kalmaz.
* Evet, İlya, senle ben güçlerimizi boş yere harcamadık diyelim ama hani bizim orta halli yolumuz?
Oblomov birdenbire susar ve sonra sıkıntı içinde:
“Şu planı bir bitirsem” der. “Ama bana ne, ne yaparlarsa yapsınlar. Ne halleri varsa görsünler. Umurumda bile değiller, onlarda bir şey aradığım da yok; sadece onların yaşadıkları hayatın tabii olmadığını söylüyorum. Hayır, bu yaşamak değil; tabiatın önümüze koyduğu yasaya, ideale ihanet etmek.”
Evet…
Bir tek gürbüz, taze çehre yok etrafımızda hakkat değil mi? Hep aynı yüzler, hep aynı terane, hep aynı bahane a dostlar?!.
“Korkun seni mahkûm eder. Umudun seni özgür bırakır.” özlü sözü; 1994 yılı yapımı ve gerçekten en sevdiğim filmlerden biri olan ‘Esaretin Bedeli’inin tagline’ıdır. Bizdeki; ‘Umut, fakirin ekmeğidir.’ sözü de her ne kadar karamsarmış gibi görünüp, ‘Fakir edebiyatı’ olarak nitelendirilse de; umutsuz yaşanamayacağını anlatır ya kendi dilince.
Umudun bittiği yerde, hayat da biter çünkü.
Ne geçmişten ne de gelecekten korkmak işe yarar. İleriye bakmak, ileri görüşlü olmak, ümidini yitirmemektir seni ayakta özgürce tutacak olan.
“İnsanın özgürlüğü; her şeyi yapabilmesinde değil, istemediği hiçbir şeyi yapmak zorunda olmamasındadır.” diyor Jean Jack Rousseau. Ve benim de yegâne fikrim budur bu konuda. İstemediğimiz şeylerin olmasını engellemek, olanı da değiştirmek için ayağa kalkmamız gerekir şöyle bir silkelenip. Hayatın her alanında bu böyledir. ‘Armut piş, ağzıma düş’ zihniyetiyle hiçbir yere varamayız. Bir sürü engelimiz var kendimize koyduğumuz.
Ben de öyleyim. Tembel teneke bir oblomov olarak, ‘Şunu yapabilmeniz için falanca kural’ diye uygulamaya çalıştığım şeylerde pek de başarılı olduğum söylenemez. Her şey beyinde bitiyor canım okur. Ah şu beynimiz. Eğitebilsek, neler neler yapacak da, işte!
Miskinliğimizin üstesinden gelip harekete geçebilsek, hayatın her alanında, istediğimiz her bir şeyi başaracak güce sahip olabiliriz aslında. Kötü alışkanlıklarımızı, özünde iyi ama içten içe zararlı alışkanlıklarımızı, ne iyi ne kötü ve ne idüğü belirsiz alışkanlık ya da alışamadıklarımızı temelli değiştirebilecek birçok metot, hile ve teknik var dediğim gibi. İşte bütün mesele, bunları öğrenip, bize uyan birini uygulamaya dökebilmek.
’İki Dakika Kuralı’ var örneğin.
İki dakika diye söylenince kulağa ne kadar da hoş geliyor değil mi? Kolaycacık, hemencecik yapılıverir bir şeymiş gibi duruyor.
Ama düşün; daha önce kime ya da neye, neden iki dakika ayıramadığını. İki dakikalığına bakman istenen bir şeyi kaç kez reddettin meşgul olduğunu söyleyerek? Bir mesaj yazmak, bir hatır sormak, unutmamak için bir not almak, bir dağınıklığı toplamak, vs…
Liste daha da uzun olabilir değil mi? Oysa, bilimsel araştırmalara göre iki dakikada yapacağımız işi ertelemek, o işi yapma ihtimalimizi ciddi oranda düşüyormuş. Gerçi bilimin söylemesine bile gerek yok, bariz öyle oluyor zaten. En iyisi hemen yapmak. Ama kim yapacak?
‘Getting Thing Done’ diyor el insanı. Biz de; ‘Hallediver!’ diyelim mesela! Kısaca GTD denen metodu, yönetim danışmanı David Allen keşfetmiş. Yapılacaklar listeni önceliklerine göre organize etmen manasına gelen metod, acık uzun ve karmaşık bana göre. Biz iyisi mi, iki dakikalık bölümüne odaklanalım metodun. Bir şeyi kısa sürede halledivermek varken, niçin erteliyoruz akıllım.
Teknik çok basit. Tabii. Olabilir. Olmalı…
Şu sıralamayla gidiyoruz sonuca güzel okur;
1. Topla
2. İşle
3. Düzenle
4. Yap
5. Gözden geçir
O anda yapman gereken bir iş varsa ve iki dakikadan az zamanını alacaksa yap gitsin be ya…
En basitinden en zoruna kural aynı. ‘Yap gitsin!’ de diyebiliriz biz buna.
Bulaşıkları lavaboya yığacağına iki dakikada makineye yerleştirebilirsin örneğin.
Yemek yaparken birkaç dakikanı alacak toparlama işlemini de yaparsak, yemek hazır olduğunda hiçbir dağınıklık da kalmamış olur.
Nasıl fikir? Denendi, onaylandı!
Cevap bekleyen bir maili ertelemeden iki dakikada cevaplayabilirsin belki.
Sabah uyanırken rutin olarak iki dakikada esneme, gerinme hareketleri yapıp, uzun vadede enerji ve daha az ağrı sahibi olabilirsin mesela.
Bunu da denedim onayladım cancağızım.
Örnekler çoğaltılabilir. Bunları yaptığımızda aradan çıkıp bitiveren ve bizi ferahlatan şeylere kavuşmuş olacağız aslında. Ne hoş değil mi?
“Başlamak, bitirmenin yarısıdır.” denir ya? Hah, bende öyle olmuyor lakin azimliyim. Ajda Pekkan’ın yaşlandığını görmeden, tüm işlerimi halletmiş olacağım ama. Söz!
2 dakikayı sadece başlamaya bile ayırsak, kâr kârdır. Böylece bitirme hızımız ve azmimizde de artış olacaktır. Bir kere harekete geçtikten sonra, gerisi gelir illaki.
Acıktın ama bencileyin tembelsin ve “Bana balık tutmayı öğretme, balık ver!” diyenlerdensin?!. Olsun. Vazgeçmek yok, beraberce başaracağız;
Hemen evdeki birine, örneğin kardeşine, eşine, vs. seslen ve “Bana bir şeyler hazırla lütfen. Çünkü açken ben, ben değilim.” diyerek tehdit et. İki dakikaya yiyecek bir şeyler önünde! Yalnız “Lütfen” demeyi unutma! Onlara da yazık, kıyamam.
Tamam, tamam! Kalk ve mutfağa git şimdi. Gerisi gelir.
Başladığın kitabi bir türlü bitiremedin mi? Sorun yok. Kitabı al ve kaldığın sayfadan okumaya devam et. Onu da mı ben söyleyeyim?
Şu 2 dakikalık ilk adımı at illaki. İşin özü aslında bu kadar basit.
Süreç sonuçtan daha önemlidir ve güzeldir. Süreci keyifli hale getirmeli ki, sonuca güle oynaya varabilesin.
İki dakikada dünya değişir! Sen de artık değiş!
Doğala özdeş aromalı, katkısız, saf, temiz, berrak zihinli, huzurlu ve sağlıklı günler dilerim.
Aha da diledim.
İklim’in Dora’n