288: Bir Paramedik Vaka

   288 diye var gücüyle bağırdı bir ses. Gözleriyle sesin sahibini aradı bir süre Rıfat. Nihayet muvaffak oldu. Umduğunu bulamayan arayışlarına bir yenisini daha eklemişti şimdi. Zira bağıran ufak tefek, tıknaz ve sivri çeneli esmer mi esmer bir tipti. Tıpkı çocukluğunda oynanan köşe kapmacaların yankesici ebeleri gibi bir tip… Rıfat semtinden izler taşıyan her şeyi elinin tersiyle itiyordu. Emaneti belden düşüreli epey bir zaman olmuştu çünkü. Kimseye dalaşmadan, kafasını kuma gömen deve kuşu misali saklanıyordu herkesten. Kaçıyordu köşe bucak geçmişinden ama dünyanın öbür ucuna da gitse tutacaktı yakasından mazi. Bir 288 haykırışı daha kendine getirdi Rıfat’ı ve elindeki kağıtta da aynı numaranın yazılı olduğunu gördü. Bingo! Ve sese yöneldi Rıfat sesle beraber geçmişine, kurtulmak için kırk takla attığı semtine doğru dörtnala gidiyordu şimdi adeta. Beraber 3 numaralı poliklinik odasına girdiler. Şimdi bir röportajdaymışçasına sorularla muhatap oluyordu. Şikayetin var mı, halsiz misin, ağrın sızın var mı vs vs… Tam hayır demekten dilinde tüy bitti derken, Rıfat’ın eline iki kan tahlili istemi evrakı tutuşturdular. Doğruca çaprazdaki odaya, namı diğer tombul hemşireler tarikatı olan kan alma odasına damladı. İki tüp kan verdi, hemşire damarını bulmaya çalışırken gülmüştü Rıfat. Anlayamadı kadıncağız ve sordu, damarına iğne girmesinde komik olan ne? Kızılay’daki direkt saplamıştı diye yanıtladı Rıfat. Sense epey bi uzun ettin. Gerildi hemşire, al şunu uzatma diye çıkıştı, eline bir evrak tutuşturarak.

   Böyleydi işte Rıfat ağzını geleni söylerdi. İnsanların düşünmeye dahi korktuğu şeyleri hiç çekinmeden söylerdi üstelik. Her şeyi böyle çekinmeden söylediği için de çekinmesi gerekli durumlar yaratırdı kendine. Ama dinledi bu sefer hemşireyi, uzun etmedi. Evrakı kaptığı gibi toz oldu odadan. Sonuçlar ne zaman çıkar diye bir soru yöneltti danışmadaki kaçkına. Öğleden sonra dedi kaçkın. Hakikaten kaçkına benziyordu. Rıfat’ın hızlı zamanlarında Denizle Mahir’in arasına astığı Marx portresiyle birebir aynıydı bu kaçkın. Belki de en az Marx kadar kaçıktı. Bir o kadar da ahmak. Unutmadan söylemek gerekirdi. Rıfat olabildiğine ukalaydı. Das kapitali bilmeden komünist olmuş, komünist manifestoyu okuyunca da liberalizme damlamıştı. Yani Marx’ı tanımadan tahlil etmiş ve gene zerre anlamadan üstünü çizmişti Marx’ın. Bu kadar basitti Rıfat için ideolojiler. Bugünkü kanaat önderi yarın kâle bile alınmayabilirdi Rıfat için. Bunda problem teşkil eden bir husus yoktu.

   Memnundu Rıfat, bugünün solcusu yarının orta yolcusuydu en nihayetinde. Memlekette herkes günü kurtarıyordu zaten. Rüzgar nereye eserse orada durmak lazımdı, yağmuru kim yağdırırsa ona rahmet okumak gerekti, kim cebini doldurursa onun elini öpmeli ve sana yemeyi öğrettiği için ona duymalıydın minneti. İşte buydu Rıfat, günün gerçeklerine adapte olmak, çağa entegre olmaktı tek amacı. Engereklere boyun eğmek öncelikli vazifesiydi bundan böyle. Çünkü Gregor Samsa’nın otokontrolü bile on çekerdi Rıfat’ınkine. Biraz daha yol aldı şimdi güvenli sahalarında. Biraz daha besledi sermaye sahiplerini. Biraz daha çeldiler aklını. Biraz daha belli oldu akı karası köprüden önceki son çıkışta. Aslında her şey oldu da bir tek tatmin olmadı Rıfat. Biraz daha zorlama satırlar karaladı kendince, bu tek başına çöktüğü taburede. İskarpinlerini yere vurup bir salep istedi garsondan ağustosun tam ortası. Garsondan “efendim yazın salep yapmıyoruz” cevabının akabinde iyi o halde en buzundan bir bira çek dedi sonra. Önüne konanı su gibi devirdi Rıfat. Birazdan devrilenin kendisi olacağından habersiz…

   Çakırkeyif değil keyfine çakılmış bir çivi gibi çıktı mekandan Rıfat. Hem ne de olsa her insan kendi huzur tahtasına çakılmış bir çiviydi, çiviyi çıkarsan bile huzursuzluğun izi bakiydi. Her adımında bir öncekine ihanet ettiğinin bilinciyle arşınları kaldırımları. Dilinde lise yıllarında kaçak göçek dumanlanırken dinlediği bir rap şarkısının sözleri, “ilki tam bi fiyaskoydu adını bile unuttum, sonuncusunu çok severdim adımı bile unuttu*”. Yol aldıkça alıyordu Rıfat. Girift bir döngünün kaotikliğine tüm şuuruyla kendini teslim ederek. Sonsuza giren döngülerde hep eskileri düşünürdü, çünkü Rıfat gibi saplantılı hasta bir piç için geçmiş sonsuza tekabüldü. İçinden geçtiği bu döngülerde lise günlükleri, nefret listesi ve rap müzik bir kurtuluş reçetesi gibi gelirdi ona. Ondan eksik olmazdı hiç parkasının iç cebinde Tantum drajesi, ondan günaşırı rutiniydi bellek kontrolü ve gene bu geçmiş girdisi ve çıktısıyla hep bir demirbaş olarak kayıtlıydı envanterinde. Hesap kitap bilmezdi Rıfat, hayatının bilançosunun fiyasko olduğundan haberdardı yalnızca. Bilançoyu daha da dibe indirgemek için şimdi bir fırsat vardı karşısında. Üç tane yunus karşıda durmuş kimlik kontrolü yapıyorlardı. Rıfat’ın yıldızı hiç barışmamıştı memurlarla. Üstelik solcuları da sollamasına rağmen sırf inadından kızıl kombini giyiyordu hala. Boş bir lise bahçesinde jopla tanıştığı günden, alnında yıldızlı beresi ve haki parkasıyla onların radarına girene dek nefret ediyordu amcalardan. Kutup yıldızına bile evirilseler memurlarla iş tutmam demişti. Şimdi yunusun teki gözü buna dikmiş öylece bekliyordu. Yolunu değiştirmeyi düşündü Rıfat önce, sonra boşa dikkat çekmeyelim dedi. Kendince anlık makul çözümler bulmada uzmandı. Mahvolma ve hallolmanın arasında ufak bir nüans olduğunu bilirdi. İnce bir çizgi ve iki üç harf falan… Harfi harfine hallolmayı seçmişti şimdi.

   Dur bakalım genç, dedi yunus. Ver bakalım kimliği. Sessizce uzattı Rıfat. Bir gbt kontrolünün ardından buyur geç bakalım dedi. Şu kafandakini de çıkart yoksa her kontrole takılırsın dedi. Neden ki diye sormuş bulundu Rıfat.

– Dalga mı geçiyon gardaş? At nalı gibi yıldızı görmüyon mu? Sercan bu gomünistler ne böyle ortağım? Safi inatlar amınagoyim. Çıkar işte seni düşündüğümüzden diyok. Gerçi doğru size iyilik mi yarar?

-Keşke ailen de senin kadar iyi niyetli olsaydı da zamanında pedagoga teslim etselerdi seni dedi Rıfat.

-O ne demek la anladığımız dilden konuş dedi yunus.

-Anlaman için çok geç beyin kült halde 30larına gelmişsin bile.

-Sen bana beyinsiz mi diyon la yavşak, senin ağzını yüzünü sikerim kalk git lan buradan dedi yunus.

   Cümlesinin akabinde sivri burunla bir topa abanırcasına geçirdi tekmeyi Rıfat’ın hayalarına. Sercan ve adını bilmediği diğer yunus güç bela tuttular. Rıfat’a da hadi yoluna bak gardaş belanı arama dediler. Kahkahalar ve acı içinde hayalarını tutarak ilerledi Rıfat. Kızılay’dan Kurtuluş’a, Kurtuluş’tan Kızılay’a… Attığı kaçıncı turdu böyle? Neler görmüştü neler bu başkenti tavafında. Güvenpark’ta karşı bankta oturan yaşlı karı koca bir tane simidi bölüşüyorlardı şimdi. Bi ısırık biri alıyordu bi ısırık öteki. Ayran almasaydık bi simit de sana alırdık diye hayıflanıyordu kocası. Yerde kartonları serip namaz kılan bir adam, gündüz gözüyle merdiven altı şarabını yudumlayan meczup, kartondan evlerde evcilik hayalleri gerçek olmuş mülteci çocuklar…

   Derken Kızılay’da bir beyaz eşyacının vitrinine kitlendi Rıfat. Devasa LCD ekranında Behzat Ç’den bir kesit, favori dizisinin favori sahnelerinden biri, Hayalet’in Ilgın’a yazdığı mektup ve hikayesi, fonda çalan “Biraz buruk biraz garip, haberlerin doyurmuyor” şarkısı. Hipnotize bu anı bölen tahlil sonuçları, koştur koştur Hacettepe yolu, bezginliğin tarifsiz sirayeti, dedikodu kazanı sekreter bölmesi, tüm ötekilere konaklama hizmeti sağlayan hastane bankları. Şimdi Rıfat sağında Kürtçe, solunda Arapça frekansları geride bırakıp, karşısında dikili duran Türkçe tabelaların manipülasyonuna tabi şekilde biniyordu asansöre. Tahliller iyiydi Rıfat ise kötü. Kan değerleri fevkaleydi Rıfat ise bedbaht. Gene ölmeyecekti ve gene Edouard Leve’nin sözündeki “İntiharın bu bencil yanından hoşlanmıyordun. Ama tartınca, ölümün dinginliği yaşamının acı dolu çalkantılarına üstün geldi…” sözünün kahramanına yani bizzat yazarın kendisine imrenmeye devam edecekti. Gene satırlar döşeyecek, gene büyükleri kendisine hiçbir halt kazandırmıyor diye yazmasından şikayetlenecek ve gene aynı döngüler içine hapsolacaktı Rıfat. Bu metinde gene tıpkı diğerleri gibi bir ikilemeler ikileminin ikliminde “gene” yağmuruna tutulacak ve Rıfat’ın kağıttan emellerini buruşmuş parmak derisine benzetecekti. Gene dedi Rıfat gene, gene sağız gene dinç gene huzur bize muğlakta, gene gözüktü ruha musalla ve gene bu aciz ve naçiz bedene musallat ölüm temennili muskalar gene işlevsiz mi kalır muallakta…

   Bir 288 haykırışı daha yankılandı tüm koridorlarda. Bingo! Ne yılbaşı gecesi bir tombala esnasında ne de beklenen bir sayının beklentiyi karşılayan sedasında. Yalnızca kazançsız bir eşleşmeydi Rıfat’ın elindeki kağıtla. Ve şöyle başlamıştı Rıfat hikayesini anlatmaya, 288: Bir Paramedik Vaka…

*Sansar Salvo

Naci Gürhan
Kendi çapında karalayan,herhangi bir iddiaya mazhar olmayan bir yazar
Subscribe
Bildir
0 Yorum
Inline Feedbacks
Tüm yorumları gör
Önceki
Sevgi nedir? |Balık2|
Sonraki
Osmanlı’da Fal ve Büyü

İlginizi Çekebilir

kooplog'dan en iyi şekilde faydalanabilmeniz için çerez (cookie) kullanıyoruz.