Hiç kimse bize doğmak istermisiniz diye sormadı. Ebeveynlerimiz bizi dünyaya getirdi biz doğduk ve burqadayız. Anne babalarımız içinde aynı durum geçerli. Onlara da doğmak istermisin ya da istemezmisin diye soran olmadı. Ne zaman ölmek istersin diye de soran olmayacak. Yani seçimimiz yok.
Diyelim ki milyonlarca hücreden en şanslısıydım annemin rahminde oluştum ve dünya dedikleri bir yerde doğdum. Fiziksel varlığım trilyonlarca hücreden oluştu ve bu samanyolu yıldız takımının en az on katı kadar. Elli bin farklı proteinden oluşmuş makine. Hücreler canlıdır ve besin hazırlamak, bir şeyler taşımak, çevreyi taramak, atık maddeleri uzaklaştırmak, onarım vb. görevler yaparak bedenimizi oluşturur. Hücrelerimizi vücudumuzdan çıkarıp uygun bir yere koyarsanız bir süre daha yaşar. Hücrelerimiz biz olmadan da yaşar ama biz onlar olmadan yaşayamayız.
Biz sandığımız milyarlarca hücre organ bağışı yapılırsa başkasının bedeninde yaşamaya devam edebilir ve bu biz sandığımız parçamız artık başkasının parçası olduğu anlamına gelir.Şöyle bir deney düşünelim. Sokakta rastgele biriyle hücrelerimizi değiştirdik. Hücrelerimiz halen biz olurmu yoksa biz olmayı bırakır mı?
Varlığımızın sabit bir şey olduğu düşünülemez. Ömrümüz boyunca neredeyse bütün hücreler ölür. Saniyede bir ila üç milyon tanesi. Yedi yılda çoğu hücrelerimiz en az bir kez değişir ve her değişimde eskisinden daha farklıyız. Eğer yaşlanacak kadar şanslıysak hayatımız boyunca yaklaşık bir milyar hücre değiştireceğimiz nalmına gelir.
Bizi biz yapan hücrelerimiz değilse bizi biz yapan şey DNA mız mı? Genomlarımız mobildir çevreye göre değişir ve beynimizde olan şey budur. Yetişkin beynindeki tek bir nöronun genetiği çevresindeki hücrelerde olmayan binden fazla mutasyon geçirir. Genomumuzun bir kısmı atalarımıza bulaşmış bizimle bütünleşmiş virüslerden oluşur. Hücrenin güç kaynağı mitokondri atalarımızın hücreleriyle birleşmiş bir bakteriydi. Hala kendi DNA’ ları var.
Başka bir deyişle, yüz trilyon hücrenin sadece % 10 ‘u bizim mikrofloramızı oluşturur geriye kalanı ise bizimle yaşayan organizmalardır. Genetik Miras yoluyla aldıklarımız ve sonradan aldıklarımız.
Bebek altı aylık olduğunda yaklaşık vücüdunda yediyüz farklı türde mikroorganizma barınır. Üç yaşına geldiğinde ise her bireyin tıpkı parmak izi gibi kendine has mikrobiyal florası oluşur. Sindirim sistemimizde iki kg ağırlığında bakteri yaşar. Biz onlara yaşamaları için ortam sunuyoruz onlarda bize vitaminler, aminoasitler sağlıyorlar. Uzaydan özel bir mikroskopla bize bakan birisi, bizi yürüyen mikroorganizma yumağı olarak görecektir. İnsan içinde çok çeşitli ekosistemler barındıran süper bir organizmadır diyebiliriz.
Bilim adamları vücüdumuzda yaşayan bu mikroorganizmaların birbiriyle haberleşerek çalıştığını aynı zamanda bağışıklık sistemiyle sürekli iletişim kurarak bir takım bileşikler üretiklerini keşfettiler. Aslında insan olmayan ama insan sayılan bu şeylerin yüzlercesinden oluşuyoruz.
Sonuç olarak, sürekli değişen trilyonlarca minik hücreler, birlikte ve biri diğeri için çalışarak biz dediğimiz bedenimizi oluşturdu. Yani varlığının bilincine varmış, zamanla kendisi hakkında düşünme yeteneği kazanmış küçük canlılardan oluşmuş büyük canlıyı oluşturdu.
Şimdi daha eskiye gidelim. Yaşamı meydana getiren elementler bir yıldızda oluştu. Yaşam küçük gezegenimizi fethetmeye başladı. İlk insan ortaya çıktı. İlk embriyo ana rahmine düştü. İnsanlık asırlar boyu gelişti. Ateşi, tekerliği, yazıyı, ipeği, oku yayı ve barutu icat etti. Çağlar açtı çağlar kapattı.
Beyinlerimiz evrildi kim olduğumuz sorusu ortaya çıktı. Eğer bu soruyu sormuşsak cevabı bulmak kalır geriye. Cevabı bulmak elbette akılla olur. Ben neyi bilirim, neyi bilmem kritiğini akıl kendi ölçüsünde yapar. Akıl sorar ve somut cevap ister. Çünkü aklın bildiği dünya, sınırları olan mekanik bir dünyadır. Hayata açılan kapı aklın kalple kurduğu içsel, ontolojik bağla açılır. Herkes hayatının bir noktasında bu soruları sorarken bulur kendini. Hayat başlayıp biter ama önemli olan yolda sorularımıza aradığımız gerçek cevapları bulmaya doğru attığımız adımlardır.