İNCELEME1 hafta önce Engin VuralNarita Boy – İncelemeRetro hüzünler…
Bağımsız yapımların elleri farklı şeyler denemek, istedikleri gibi bir hikâye anlatmak konusunda görece daha rahat oluyor. Ben de zaten bu yönlerini seviyorum. Narita Boy da böyle olabileceğini düşündüğüm oyunlardandı. Tanıtımlarında grafik tarzıyla dikkatimi çekmişti. Haliyle takip listemde yerini aldı. Çıkışıyla birlikte de fırsatı kaçırmayayım, hazır öyle büyük oyunlar oynamadığım bir dönemdeyken Narita Boy’a da bir fırsat vereyim istedim. Buyurun, hep birlikte 30-35 yıl öncesine bir zaman yolculuğuna çıkalım.
1980’lerde çocuk olmak…
Narita Boy, bizleri 1980’lere götürüyor, zaten herhangi bir tanıtım videosunu izlemişseniz bunu ilk görüşte fark etmişsinizdir. Ama bunu sadece grafikleriyle, oynanış tarzıyla yapmıyor; anlattığı hikaye de 80’lerde çocuk olmak üzerine bir hikaye. Lio-Chan isimli bir karakteri yönetiyoruz. Kendisi ergenlik çağlarında, haliyle sorunları var. Kendisini dış dünyadan yalıtmış, sürekli olarak oyun oynayıp duruyor. Bunun tek gerekçesi oyunları çok sevmesi veya yaşının getirdiği sorunlar değil. Ailesiyle ilgili sıkıntıları var.
Lio-Chan, Amerikalı bir baba ile Japon bir annenin oğlu. Farklı kültürlerden gelen bu iki kişinin aşkı, bir süre sonra evliliklerini sağlıklı bir şekilde yürütmek için yetersiz kalmış belli ki, aile bağları zayıflamış. Lio-Chan, işinden başka şey düşünemez hale gelmiş babasına ulaşabilmek, onunla bağlantı kurabilmek için oyunları, bilgisayarını bir araç gibi görüyor. Zaten kahramanımızın ‘Narita Boy’ haline gelişi ve bu dijital dünyayı özgürleştirme macerası da bununla doğrudan ilgili.
Lio-Chan ufacık tefecik bir çocukken annesinin ona anlattığı bir hikâye var; üç renkli kılıcı olan bir samurayın hikayesi. Köylüleri büyük iblisten ve onun ordularından kurtaran cesur bir samuray. Her seferinde bu masalı dinlerken uyuyakalan minik Lio-Chan, rüyalarında “Dijital Krallık”a doğru yol alıyor. İşte kahramanımızın kendisini bir anda içinde bulacağı ve düşman yazılımlardan kurtarıp özgürleştireceği krallık burası oluyor.
Peki o dünyaya nasıl gidiyor kahramanımız? Lio-Chan’in babası Lionel, bir gün oğluna Narita One (oyunun orijinal konsolunu) hediye ediyor. Bu konsol, Lio-Chan’i dijital dünyaya ışınlayacak ve onun Narita Boy haline gelmesini sağlayacak konsol. Sonrasında da Narita Boy’umuz, tekno-kılıcını alıyor eline ve başlıyor zararlı yazılımları temizlemeye. Dijital Krallık bu iblislerden temizlenecek ve “The Creator”ın hafızası yerine gelecek.
Sizin anlayacağınız, dağılıp giden ailesini yeniden bir araya getirmeyi hayal eden bir çocuğun duygusal hikayesine ortak oluyoruz bu oyunda. Bunun etrafını da görsel ve işitsel yönden süslemeyi başaran bir oyun olmuş Narita Boy.
Oyun kendisine tema olarak 80’leri seçince, grafik tarzı da müzikleri de buna uygun tercih edilmiş, detaylar bizi bir kez daha o yıllara götürüyor. Synthwave, retro-elektro, tekno müziklerle kulaklarınıza hitap eden oyun; sadece pikselize grafik tarzını tercih etmesiyle değil, sağda solda gördüğümüz pek çok 80’ler göndermesiyle de (mesela Geleceğe Dönüş serisiyle hafızalarımızda yer eden DeLorean DMC-12’yi görünce hafiften bir tebessüm etmekten alıkoyamadım kendimi) nostalji duygumuza hitap ediyor.
Oynanış kısmı da bunları besleyecek bir yapıda. Temelde metroidvania tarzında bir oyun var karşımızda. Ama bugünkü bazı güncel örnekler gibi değil, sanki 30-35 sene önce o ekranın karşısına geçmiş de bir beat’em up oynuyormuşuz gibi hissettirecek bir tasarım ortaya konulmaya çalışılmış. Ama bunu yaparken eskimiş hissettirmiyor, merak etmeyin.
Metroidvania veya beat’em up dediğimiz zaman bizleri neyin beklediği üç aşağı beş yukarı belli, öyle değil mi? Karakterimiz ufak ufak düşman kesmeye başlar, düşmanları alt ettikçe gelişir, yeni hareketler öğrenir, yeni silahlar edinir, boss savaşları yapar, bir sonraki bölüme geçer ve bu süreç final savaşına kadar böyle devam eder. Burada da yaptığımız aynen bu. Dijital dünyanın kötü yazılımlarını tekno-kılıç ile kesiyor, hopluyor, zıplıyor, bazı bulmacalar çözüp, bölüm sonu düşmanlarını yenip adım adım finale yol alıyoruz. Bu bölümler arasında da geçmiş anıları canlandırıyor, o ara sahneler sayesinde kahramanımızın başından neler geçtiğini öğreniyoruz.
Düşman tasarımları, temaya uygun düşecek tarzda; özellikle boss tasarımları ve adlandırmalarında buna özen gösterilmiş; geçtiğimiz yıl oynadığımız Neon Abyss’i anımsattı bana bu yönüyle. Bölüm sonu boss savaşları öncesinde bölüm içerisinde de bazı mini-boss kapışmaları yapabiliyoruz. Bunlar çoğu zaman ya yeni öğrendiğimiz bir hareketin, saldırı yönteminin pratiği ya bir bulmacanın parçası olarak çıkıyor karşımıza.
Benzer yapıdaki diğer oyunlarda genel olarak farklı silahlar edinerek ilerleriz. Buradaysa tek bir silahımız var, techno-sword. Ama bu, çeşitlilik olmadığı anlamına gelmiyor; oyunda ilerledikçe yeni saldırılar öğrenip bu açığı telafi ediyoruz. (Bu arada yeni özellikler de ana düşmanlar gibi disketler olarak çıkıyor karşımıza, dediğim gibi her detayı 80’ler temalı :))
Gelelim oyunun eksiler kısmına, sonuçta dikensiz bir gül bahçesi değil. Çatışmaların temposu da dengesi de dalgalı bir seyir izliyor; kimi zaman çok kolay geçebiliyorsunuz düşmanlarınızı. Bazı bölümlerde uzun bir süre sağa sola koşturup, o köşeden bu köşeye atlayıp duruyorsunuz, monotonlaşabiliyor bu bölümlerde, özellikle de aynı yerlerde turlayıp durmak durumunda kaldığınız zamanlarda. Oyuncuyu yönlendirmek konusunda zayıf kaldığı noktalar olduğunu da söyleyebilirim. Bir diğer sıkıntı da karakterimizi kontrol etmekle ilgili. Özellikle kapılardan geçmek, merdivenlerden çıkmak, birileriyle konuşmak gereken kısımlarda tam olarak doğru noktaya gelmeden istediğiniz yapamıyorsunuz. Çatışmalarda da bazen benzer sıkıntılar yaşanabiliyor.
Bu eksikler, benim için çok da büyük sorun teşkil etmiyor açıkçası; en sonunda dönüp baktığımda keyif aldığım bir oyun olduğunu söyleyebilirim. Siz de arada nostaljik oyunlara bir şans verenlerdenseniz, bu oyunu da listenize ekleyebilirsiniz.