Bir kitap düşünün; bütün duyguların karmaşıklığını bütünleştiren, insanları acımasızlıklarıyla yüzleştiren ve bu yüzleştirmenin en saf yanını hem duygusallığıyla hem de öfkesiyle harmanlayıp kendini gözler önüne seren bir kitap… Ölüm duygusunu ağırlaştıran öfke ve nefretin sesini duyabiliyor musunuz? Cellatın yaklaşan adım seslerine kulak verin. Bu ses ölümün sesi. Bu ses çaresizliğin bir rengi.
Yazıma, bu ölümsüz eserin önsözünde geçen ve akıllara yer edinen bir yazı ile başlamak istiyorum;
Tanrılar için üzülenlere: Tanrı kalıyor, denebilir. Krallar için üzülenlere: Vatan kalıyor, denebilir. Cellat için üzülenlere söylenecek bir şey yok.
Ölüm cezası!
İki kelime, bir insanın varlığını donduran ve ağırlığıyla ezen bu tek düşünceyle yaşamak ne büyük bir çaresizlik… Ölüm, kimisi için bir kurtuluştan ibaretken kimisi için de koca bir çaresizliği barındırır içinde. Ölüm cezası ise en büyük tutsaklıktır. Kurtuluş yok, sadece düşüncelere çaresizlik hakim. Çevrende seni izleyen onlarca bakışın arasında bir umut ışığı görmek için çabalarsın, işte bu senin için çaresizliğin kapılarını aralar. Yardım çığlıklarınla yankılanan bakışların, çevrendeki gözlerin acınası bakışlarıyla örtüşür. Sana güzel gelen her şey bu düşüncelerin altında bir bir ezilir.
Artık güzel olan hiçbir şey yoktur.
Kitabımızın başkarakteri bu iki kelimeyi şu cümlelerle tanımlamıştır;
“Ölüm kararı verilene kadar, soluk aldığımı, hareket ettiğimi, diğer insanlarla aynı ortamda yaşadığımı hissetmiştim; Şimdi dünyayla benim aramda bir sınır olduğunu kesin bir şekilde kavrıyordum.
Bu ışıklı geniş pencereler, bu güzel güneş, bu mavi gökyüzü, bu güzel çiçek artık bir kefenin rengi gibi beyaz ve solgundu.”
İdam!
Bu kelimenin ağırlığı genel olarak insanların zihninde büyük bir çığlık ile yankılanır. Peki, nedir idam ya da idam ne değildir? Sözlük tanımı açık ve nettir aslında: “Bir devletin suçun karşılığı olarak bir mahkumun hayatına son vermesi.”
Tek bir cümle tüm hayallerin ve umutların birer katilidir. Her güzel başlangıcın birer sonu oluverir birden.
İnsanda tek ve en gerçek hisli duyguyu uyandırır: Korku. Vücudundaki her bir hücre sadece korkunun tutsağına kapılır. Davranışların sadece korkun ile hareket eder. Duygularının değişiminin tek nedeni korkundur.
Kitaptaki karakterimiz çaresizliği ve korkuyu cümlelerinde en içten bir şekilde dile getirerek hissettiği korkunun biçimsiz tarifini düşüncelerine sığdırmıştır. Bu korku onun gözlemleme yeteneğini arttırarak dış dünyaya olan bakışını tamamen değiştirir. İnsanların ruhuna hapsolan o kötülük tohumlarını hissederek bunu düşünce izlerinin her bir adımında belirtir.
Karakterimiz hapishanenin soğuk duvarlarının ardında kalan hayatta insanların acımasızlığına gözlemleriyle birlikte birer ayna tutar. Kendisi, çevresinde dönüp duran meraklı ve onu izleyen acınası gözlerin esiridir çünkü.
Kitabımızın bir paragrafında insan davranışlarının acımasızca değişimine öyle güzel değiniyor ki idam mahkûmumuz, ölümün bir yandan iyiliğe açılan kapı bir yandan da tiksinç bir şekilde kötülüğün adımları oluşunu anlıyorsunuz.
Soğuk hapishane duvarlarına ilk hapsedilişinde idam mahkûmumuzu büyük bir kibarlıkla karşılarlar. Bu, yaşanılan güzel günlerin bitişini ona hatırlatmaktır. Bu, ölecek olan bir insana duyulan son saygının tanımıdır. Karakterimiz bunu, “Bir gardiyanın yakın ilgisi bana giyotin sehpasını hissettirir.” diyerek ifade etmiştir. Ölüme yaklaşılan yolda bu ilgi son defa daha gösterilir. Bu da, ölümün artık daha da yaklaştığını ona fark ettirmektir. Artık aldığı nefesin sonsuzluğa uzanacağının acı bir hatırlatmasıdır.
Karakterimiz yaşadığı çaresizlikte yine de bir umuda tutunmuş ve bu umudu kitabımızın bir cümlesinde şöyle ifade etmiştir; “Güzel bir ağustos sabahıydı.”
Karanlık ve izbe bir yer bir idam mahkûmu için hayata nasıl güzel görünebilirdi ki? İşte bu, yine de bir umuda tutunduğunun göstergesiydi. Korkusu zihnini esir almıştı ve bu esirliğin tek bir kurtuluşu vardı: Ölüm.
Affedilmedi, bağışlanmadı, kurtarılmadı. Soğuk ve solgun hapishane duvarlarının ardında sadece onun düşünce izleri kaldı. Her şeyi kirleten, koca bir zehir ile donanan bu izbe yerde düşünce tohumları oranın birer mahkûmu olarak kaldı.
Ve bu soğukluk sadece ölümün sessiz soğukluğu ile yankılandı.
Ölümsüz eserimizin yazarı Victor Hugo, hayatı boyunca idam cezasına her zaman karşı çıkmış ve bunun faydasızlığını kitaplarında dile getirmekten hiçbir zaman çekinmemiştir. Bir suçun çözümünü bilinçli bir şekilde yerine getirmenin doğruluğunu her seferinde vurgulamıştır.
Zihnin düşünceden düşünceye sönüp gittiği, acının en derin hissedildiği bir ölüm hiçbir zaman bir kurtuluş değildir.
Yazarımız, kitap boyunca mahkûmumuzun suçunu hiçbir şekilde okuyucusu ile paylaşmıyor çünkü döneminin oldukça ses getiren bu eserin içerisinde herhangi bir suç belirtilmiş olsaydı eğer bu daha da büyük tartışmalara yol açabilirdi. Onun yerine biz mahkûmumuzun duygu durumuna yönelip, iç dünyasında upuzun bir yolculuğa çıkıyoruz.
Adalet için bir topluluğun önünde, bir şenlik havasıyla verilen ve öldürme eylemini bu denli yaşatan cezalar kabul edilebilir mi? Bir ölüm acısının çığlığı toplum karşısında bu denli yankılatılmalı mı?
Ölüm bir kurtuluş değil, kurtuluş olduğu sanılan bir yanılgıdır. Ölüm, onca duygunun bütünleşmiş derin bir çığlığıdır.
Yaşanılan her an senin için ölümsüz olsun.
Öfkeyle cezalandırılan kötülük, şefkatle tedavi edilecek.
Her şey çok basit ve çok yüce olacak.