Selam blog okurları! Uzun bir aradan sonra yazmanın ve burada olmanın heyecanı içindeyim. Hayatımızın birçok anında gördüğümüz, sergilediğimiz ama farkında olmadığımız bir teoriyi anlatmak istiyorum. Kendi yorumlarıma da yer vererek, birlikte düşünebileceğimiz, sorgulayabileceğimiz faydalı olmasını dilediğim bir blog ile karşınızdayım. 🙂
Kırık cam teorisi nedir? Neden bu ismi almıştır? Adını duyduğumuzda bize neler çağrıştırıyor? Bu kadar araştırılmış ve bilinen bir durum hayatımızın hangi anlarında bizlerle beraber? gibi soruları hem kendime sordum hem de cevaplarını öğrenerek sizlerle paylaşmak istedim. Bu teoride kırık cam ihmal ve hesap veremezliğin simgesi olup aynı zamanda düzensizliğin, suçun, sürü psikolojisinin ve tamir edemediğimiz kendi can kırıklıklarımızın bir sembolüdür bence.
Psikolog Philip Zimbardo’nun yaptığı bir deneyde cadde üzerine plakasız ve kaputu aralıklı olarak park edilmiş bir arabanın Vandallar tarafından 10 dakika içinde saldırıya uğraması, yıkılması, parçalara ayrılması ve tahribi bize neyi açıklıyordu? Pahalı hoş bir arabayı da bu şekilde tahrip ediyor muyuz? Bir binadaki bir cam kırıldığında tamir etmeden bırakırsak diğer camların kırılması da olasıdır. Peki neden kırılmış olan bir şeyi daha çok yok etmeye uğraşıyoruz? Kırınca ne elde ediyoruz? Bu durumun araştırmalarla kanıtlanmasında ve insanların bu davranışı sergilemesinin altında yatan nedir diye düşünürsek bunun altında Freud’un insanın doğuştan getirdiğini, içgüdüsel bir huy olup kültürün önündeki en büyük engel olarak gördüğü saldırganlıktan, davranışçı kuramdaki olumsuz pekiştirmeye ve model almaya; sosyal psikolojiye, çoğunluğa uymaya, dışlanmaktan korkmaya, eğitimsizlik ve zeka seviyesine kadar çoğu şeyle ilişkilendirebilir, kendimiz ve davranışlarımızı sorgulamaya kadar vardırabiliriz. Kendi kişilik boyutumuzda, toplumun, çevrenin bizi etkilediği, aynı zamanda bizimde etkilediğimiz durumların varlığı olarak ele alıp düşünecek olursak bu teoriyi okuduğumda da aklıma ilk gelen insanlarla iletişimimiz ve camı kırık binaların aslında insanlara benzeyişi, somut bir yansıması, hepimizin birer kırık cam olduğu düşüncesiydi. Nasıl benziyor derseniz her zaman kırık ya da tamir edilemeyen, tamir etmek istesek bile yapamayacağımızı düşündüğümüz, öylece bıraktığımız çok şeyimizin olmasıydı. Örneğin değer verdiğimiz birinden zarar gördüğümüzde bunu yansıtmayıp içten içe kendini yok etmek gibi, elde edemediğimiz, istediğimiz gibi olmayan şeyler için kendini suçlu görmek ya da bizim için sorun olan kötü hissettiren ne varsa bunlarla yüzleşmekten kaçarak başka şeylerin ardına sığınmak, tam tersi de kendi baş edemeyeceğimiz problemlerimiz, çare bulamadığımız kırılganlıklarımız varken etrafımızdaki kırık olmayan camlara( belki eşya belki hayvan belki de bunu bana nasıl yapar diyerek, beni bırakamaz, onsuz yapamam dediğiniz zarar vermek için bahaneler bulduğumuz bir kadın(!) olabilir) da zarar verebilmemiz de kaçınılmazdır. Canımı yakanın canını yakarım düşüncesiyle ya da kendine yaşadıklarının bir sorumlusunu bularak diğer insanların hayatlarını mahvetmek gibi insan olmaya yakışmayan olayların, örneklerin çokluğu sayamayacak kadar fazladır.
Hayatta her zaman onaramadığımız, eksik bırakarak ört bas etmeye çalışarak bilinçli, bilinçsiz şekilde savunma mekanizmalarını kullanırız ama bu ötelemekten farksız, çözüm bulmaktan uzaktır. Ortaya çıkarıp kendimizi açarak insanların daha fazla zarar vermesine, olan yaralarımızı kabuk bağlamadan tekrar kanamasına da yol açabiliriz. Herkesin acıları, kırılganlıkları ve yaraları olduğu bir hayat yaşıyorken çare bulmak, dertlerimizi paylaşarak azaltmak, çözüm bulmak varken neden bir de biz düşünmeden zarar veririz? Düşene tekme atmak, Sezen Aksu’nun şarkı sözlerindeki ‘gelen vurdu, giden vurdu, bende vurdum.’ Demek sizce ne ifade eder?
Günümüzde de bunu yapmayı o kadar alışkanlık haline getirdik ki yanlış bir davranış yaptığımızda başkaları da yapıyor diye mantığa büründürerek kabullenebilir ve meşru hale getirmek bir hastalık haline geldi neredeyse. Kadınlara değer verilmeyen bir ortamda tacizlere alışılması, yaygınlaşmasına göz yumarak seyirci kalmak, bende yapsam bir şey söyleyen olmaz demek; sınavdan kopya çeken bir öğrenciyi görüp kendini de kopya çekmeye haklı görmek, dışarıda biri maskeyi çıkarınca kötü ve tehlikeli bir davranış olarak düşünüp olması gerekene teşvik etmek gerekirken bende çıkarayım kimse kurallara, sosyal mesafeye nasılsa uymuyor demek mi bizi virüsten korur? Bu kırık cama bir taş da ben atayım demek gibidir. Ne yapılmalı ve bu teoriyi çürütmeli, en azından kendi payımıza düşeni nasıl onarmalıyız? İlk olarak bu düzeni (aslında yozlaştırılan düzensizliği desek daha doğru olur) değiştirmek istedikten sonra çözümünü bilmediğimiz sorun kalmaz bence. Hayatta yıkıma uğramadan kırık camlarımızı, eksik hissettiğimiz yanlarımızı derinleştirmeden onarmalı; yok olmaya, akıntıya kapılıp sürüklenmeye inat sağlam bir psikoloji ve karakterimizle, insanlara verdiğimiz toleransların ölçüsüyle, kendimize kattığımız farkındalık ve değişimle değiştirebiliriz bunu. Toplumda da hafife alınan suçların büyük suçlara sebebiyet vereceği, telafisi olmayan davranışlara teşvik edeceğini unutmamalı toplum düzeni için işlenen suçlarda kar-zarar hesabı gütmeden sorunların kökenine inerek küçük olsa dahi büyüyeceğinin bilincinde olmalı ve gerektiği yerlerde pireyi deve yapmalı, bir kereden bir şey olmaz dememeliyiz. Binanın camlarının tamamını kırmamalı kendimizi de parçalamamalıyız. Unutmayalım her şey bizde başlar ve biter. Tabularımızı, yanlış algılarımızı yıkmadan, bu kurduğumuz düzeni değiştirip kendimiz bilmeden bunu yapmaya çalışmak, konuşmaktan öteye geçmez. Düşene, ben zaten yanmışım diyene el uzatıp kendi çukurundan çıkarmak, empati yapmak, acılarımızı hafifletmek, dertlerimizi dert edinip mutluluklarımızı da paylaşarak çoğaltmak ne kaybettirir! Ama insan olmayı gerektirir. İnsan olmak ise bizim elimizdedir!
MERVE CAN